Gazetekars

Bir kitap, bir eleştiri

Bizim Ahıska Dergisi yazarı Nusret Kopuzlu, Candan Badem'in “Çarlık Rusyası Yönetiminde Kars Vilayeti” kitabını yorumladı.

30 Eylül 2010 / 07:22

Bir kitap, bir eleştiri

BİR KİTAP :

“ÇARLIK RUSYASI YÖNETİMİNDE

 KARS VİLAYETİ”

 

                                    Biz bu zulmetler içinden çıkarız bir gün olur,

                                   Şarka  garba yıldırımlar çakarız bir gün olur!

                                                                  Posoflu Aşık Zülali - 1904

 

Son günlerde çıkan ve bir dostum tarafından gönderilen Çarlık Rusyası Yönetiminde Kars Vilayeti adlı kitabı büyük bir merakla okudum.*[1]

Kitabın başında bir sayfadan fazla yer tutan Teşekkür başlıklı bölümünden, müellifin büyük yardımlar ve imkânlarla çalıştığı anlaşılmaktadır. Moskova, Almanya, Batum, Atina, İstanbul, Tiflis ve Erivan çıkışlı bu yardımlarla hacimli bir kitap meydana getirilmiş.

Kars ve Ardahan, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’yle Rus esaretine sürüklendi. Kırk yıl süren bu esaretten sonra 1917 Bolşevik İhtilâli’yle de Ermeni, Rum ve Gürcülerin elinde bin bir cefaya maruz kalan bu coğrafyanın yakın tarihini, Moskova, Tiflis ve Erivan kaynakları ışığında okuma zarureti inkâr edilemez. Zira tarih, tek taraflı cereyan etmediği gibi tek taraflı da anlatılamaz. Zaten yazarı bu çalışmaya yönlendiren de bu düşünce olmalı. O, “Ben burada Kars’ın renklerini oluşturan bütün kültürel, etnik ve dinsel gruplara karşı önyargısız ve tarafgirlikten uzak hareket etmeye çalıştım. Hiçbir grup için mağdurluklarla veya zaferlerle dolu görkemli bir tarih yazmaya çalışmadım.” diyerek hareket noktasını tespit etmiş oluyor. Ayrıca ‘her kaynağa karşı mesafeli ve eleştirel yaklaştığını’ da ilâve ediyor.

Biz bu yazımızda söz konusu kitabın sayfalarını çevirirken göze batan hususlar üzerinde bazı mülâhazalarımızı ortaya koyacağız. Bunu yaparken takdir duygusunu incitmemeye gayret edeceğiz.

Kitapta ele alınan konuların bizim meçhulümüz olmadığını belirtmemiz lâzım. Gerek yerli kaynaklar ve gerekse bazı Rus kaynakları bizce de mâlum olmakla beraber hemşehrimiz olan Sayın Badem’in çalışması genişliğinde Rus kaynağından mahrum bulunduğumuzu ifade etmeliyiz. Dolayısıyla konunun, o zamanın resmî belgeleri ışığında ele alınmasıyla tarihçilik adına faydalı bir iş görüldüğü söylenebilir.

Kitap, şu bölümlerden meydana gelmektedir: 1. Giriş ve Kaynaklara Kısaca Bakış; 2. “Askerî-Halk Yönetimi” 3. Çarlığın İskân Politikası, Göçler ve Demografik Yapıdaki Değişmeler; 4. Toprak Sorunu; 5. Ekonomi ve Vergiler; 6. Yargı Organları ve Asayiş; 7. Yerel Yönetim, Bayındırlık ve Ulaşım; 8. Eğitim, Kültür ve Sağlık; 9. Sonuç. Belge Ekleri; Köy nüfusları, milliyetleri, arazi ve hayvan miktarı; Bibliyografya, Dizin, Belgeler, Fotoğraflar.

Birinci bölümde kaynaklar üzerinde bazı mülâhazalar ortaya konulmuştur. Bilimsel bir çalışma iddiasıyla kaleme alınan bir eserde ilk sapmaları bu bölümde görmek, insanı sarsıyor. Bu sapmalar sonraki sayfalarda daha da yoğunlaşıyor. Yazarın isteriye duçar olduğu zehabına kapılıyorsunuz! Eleştiri ve saldırının sınırı allak bullak oluyor. Medenî insanlar, eleştirirken de nezaket çizgisine dikkat eder, bir yanlışı başka bir yanlış bilgi veya yanlış metotla çözmeye çalışmazlar. Yanlışın doğrusunu bilgi ve nezaketle göstermek gerektiğini düşünüyoruz.

Hâlbuki iyi duygularla elimize aldığımız Candan Badem’in kitabında bunu göremiyoruz. Yazı başlıkları, satır araları ve üslûpta soğuk savaş dönemini hatırlatan ifadelere rastlıyoruz.

Geçenlerde Kars’ta görüştüğümüz Kars eşrafından olup İşgalden Kurtuluşa adlı değerli bir     kitap da yazmış olan Av. Mürsel Köse (1928), “Kırzıoğlu okunmadan Kars’ta tarihçilik olmaz! Bu gerçeği zerre kadar aklı ve dimağı çalışan herkes bilir.” diyordu. Candan Badem de bu gerçeği, “Türkiye’de Kars tarihi denince ilk akla gelen tarihçi hiç kuşkusuz Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu (1917-2005) olmuştur.” şeklinde ifade etmektedir. Fakat nedense onun tarihçiliğine karşı soyut ve dedikodu kabilinden ithamlarda bulunmaktan geri kalmıyor! Şimdi hayatta olmayan bir bilim adamının kişiliğine dokunmayı, nezaket bir yana ne bilimsel metotlar ne de vicdan kabul eder!

Neymiş, “Kırzıoğlu Rusça bilmediği için uçastok (kaza) terimini uçaska şeklinde yazmış.”

Bu terim, Rus tarihçi Divitskiy’nin, Posof Bölgesinde Eski Eserler (Tiflis-1905) adlı eserinde şu şekilde kullanılmıştır: Древности Посховскаго  участка (uçastka). 1910’lu yıllarda Tiflis’te basılan Kafkas yıllıklarında da böyle yazmaktadır. Kaldı ki bu terim, 1940’lı yıllarda yazılan bir eserde o devri yaşayanların ağzından yazılmış olması, tabii görülecek bir keyfiyettir. Nitekim kitabın eklerinde yer alan belgelerde de bu terimin uçaska şeklinde geçtiğini görüyoruz. Şu hususu da belirtelim ki ilçe karşılığı uyezd idi; uçastka, ilçe değil, bir bölge/saha, mıntıka anlamında kullanılmıştır.

Yazar, bazı bahislerde Kırzıoğlu’nun kaynak belirtmediğini söylüyor. Hâlbuki o bahisler kaleme alındığı devirde olayların kahramanları
hayattaydı. Hatta Hocanın çocukluğu da o hercümerç içinde geçmişti. Yıllarca evde, ocakta, sokakta ve mektepte dinlediği meselelerin kaynağı bizzat kendisi değil mi? Bunları hangi kaynağı göstererek yazması beklenebilir? Şimdi biz kendi çocukluğumuzdan itibaren olup bitenleri yazamaz mıyız?

Yazarın 1943 tarihli bir çalışmaya takılıp kalması çok garip! Prof. Kırzıoğlu, 1953’te çıkan Kars Tarihi’nden sonra 1960’lı yıllarda yazdığı Osmanlıların Kafkas Ellerini Fethi başlıklı doktora tezi başta olmak üzere 2000’li yıllara kadar çok değerli eserler kaleme aldı. Sempozyumlarda sunduğu tebliğler, üniversite yayınları nerede?

Bilinen bir gerçek var ki, muarızları Hocanın işlediği konularda direkt karşısına çıkamadılar. Onu eleştirecek kudret ve birikime sahip olamayanlar, bir vesileyle kenardan saldırıp kaçma metodunu benimsediler. Sayın Badem’de de bunu görüyoruz. O, uzun bir ömrü hiç kimsenin cesaret edemediği sahalardaki araştırmalara hasretmişti. Sovyet döneminde ona “milliyetçi tarihçi” sıfatını, kendisi de ırkçı Taşnak kafalılardan biri olan Ermeni Prof. Zülalyan reva görmüştü. Badem de aynı sıfatı kullanıyor, ne tesadüf!

Tabii ki yukarıda da belirttiğimiz gibi bilimsel yanlışların yine bilimsel metotlarla düzeltilmesine kimsenin itirazı olamaz. Ama görülüyor ki mesele bilimsel sahada cereyan etmiyor!

Evet, merhum Kırzıoğlu Rusça bilmiyordu; fakat bizzat cebinden paralar ödeyerek Rusça ve diğer dillerdeki kaynakları Türkçeye çevirterek bunlardan yararlandığını yakından biliyoruz. Terekesi arasında bu tür defterler duruyor. Bir bilim adamının her dili bilme imkânı ve böyle bir şart da olmadığına göre bundan tabii ne olabilir? Günümüzde kaç bilim adamı var ki onun yaptığı gibi sayfa başına para ödeyerek tercüme yaptırsın?

Müellif, her fırsatta ve ölçüsüz bir üslûpla Kırzıoğlu’na karşı kin ve nefretini çok duygusal bir üslûpla ifade etmiştir. Öyle ki onun doktora tezi danışmanı olan Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat (1903-1971) da bu saldırıdan nasibini almıştır. Kurat’ın, Brüksel’de NATO merkezinde danışmanlık yapmış olması, bir kınama üslûbuyla verilmiştir. Merhum Prof. Kurat, Türkiye’de tarih boyunca Türk-Rus savaş ve münasebetlerini en iyi bilen ve yazan yegâne tarih otoritesiydi. Demek ki Prof. Kurat, komünist ülkelerin merkezi Varşova Paktı’nda görev yapmış olsaydı, yazarın iltifatına mazhar olacaktı! Yazara göre bu iki bilgin, “Ruslara, çarlığa ve Sovyetler Birliği’ne karşı şiddetli bir nefret duygusuyla hareket etmişler!”

Ne ayıp değil mi! İnsan Ruslara, Çarlığa ve Sovyetler Birliği’ne hiç nefret duyar mı?

Ruslar, Baltık kıyısında küçük bir balıkçı kabilesiyken tarih sahnesine çıkıp 1552’de Kazan şehrini yakarak istilâ ettiler. Bu tarihten sonra mütemadiyen doğuya yani Türk coğrafyasına doğru kan ve ateşle yayıldılar. Söz konusu kitaba konu olan devir de bu tarihî sürecin bir parçasıdır. Peki, tarihin bu şekilde seyretmesi, bir Türk’ün vicdanında nasıl yankı bulur? Bir tarihçi tarafsızlık adına bunca istilâ, ölüm, göç ve acıyı göz ardı edebilir mi? O zaman müellifin de bildiği Edebiyatımızda Kars adlı kitapta yer alan ve halkın tarihî maşerî vicdanının sesi olan sayısız ağıt ve destanları görmezlikten mi geleceksiniz?

Rus işgal yıllarında söylenmiş aşağıdaki beyitlerin her birini başka bir destandan aldık. Rus, Gürcü, Ermeni ve Rumların izlerini gördüğümüz bu mısralarda o günlerin ağır hayat şartlarını hissediyoruz:

     Zenne, kanayaklı Ermenilerin/Her birisi bir alıcı kuş oldu.

“Bir yandan Kazak, bir yandan Gürcü/Kesti dört taraftan yolun Ardahan.

“Urus geldi, zulmü arşa dayandı/Ağlaşır Ardahan Al’Osman deyin.

“Nur Kümbet Camisi kilise oldu/Okunmaz hutbeler, salâlar kaldı.

“Her gün zulüm edip eyliyor zoru/ Moskof’u kahrede Cenâbi Bâri.

“Düşman bizi saldı cevr ü cefaya/ Serçe gibi Rumlar döndü şahana.

“Kâfir Moskof tavla etmiş burayı/

Bozulmuş minberi buldum ben bugün (Evliyâ Camii).”

 

Öyle anlaşılıyor ki, çarlık devrinin zulümlerini dile getiren bu ağıt ve destanları derleyip bir eserle ölümsüz kıldığı için merhum Prof. Kırzıoğlu’ndan intikam alınıyor! Ama “Yel kayadan ne koparır?”

 Ruslar, Karadeniz ve Hazar’ın kuzeyini istilâ ettikten sonra Gürcülerin davetiyle 1801 yılında Tiflis’te karargâh kurmuş, Güney Kafkasya’daki Türk hanlıklarını yutmuş, Osmanlı sınırına dayanmışlardı. 1807 yılından itibaren her fırsatta Osmanlı topraklarına saldırmışlardır. Bu savaşların en kanlı ve en
hazin sayfası şüphesiz 1828 savaşıdır. Ruslar, Osmanlı’nın Yeniçeri Ocağını kaldırdığı, kara gücünün en zayıf olduğu bir zamanda doğudan Erzincan’a, batıdan da Edirne’ye kadar ilerlediler. 1829-Edirne Antlaşması’yla Ahıska ve Anapa’yı koparıp geri çekildiler.

 Rusların 1853-56 Kırım Savaşı işgal ve tecavüzlerini geçiyoruz.

 Gelelim Badem’in kitabına konu olan 1877-78 (93) Osmanlı-Rus Harbi’yle başlayan esaret devrine. Daha kapağa konulan resim ve adla niyet anlaşılıyor. Müellif ısrar ve inatla işgal, istilâ kelimelerini kullanmaktan kaçınmış, yönetim veya ilhak demeyi tercih etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, işgal ve istilâ’nın ne kadar haksız, yüz karası bir şey olduğunu bildiğinden bu olumsuz ifadeleri Rus ismiyle birlikte kullanmaktan imtina etmiş. Tarih boyunca yaşanan tecavüz, işgal ve istilâlardan dolayı Türk kamuoyunun Rus’a ne gözle baktığı mâlumdur. Yazar, Türk saymadığı Diyarbekirli Süleyman Nazif’in, Moskof sözü üzerine yazdıklarını bir daha okumalı...

 Necip Fazıl’ın Kanlı Sarık’taki şu sözlerini almadan geçemeyiz: “Moskof, Batı dünyasıyla dilediği kadar çatışsın ve Türk ile anlaşsın, yine eski Batı’nın Türk’e karşı baltasını tutan, daima da tutacak olan eldir. Türk’ün sıpsıcak iliğini emmek, yavrularının yumuşacık beynini yemek, Mümin ruhunu kemirmek, varlık hikmetini silmek için uzanan el.  Türk, beşikte anasının okuduğu ninniden, mezarda hocanın verdiği talkına kadar bu mâna ile doludur. Ve işte Kars, bu mânanın yatağı.”

 Sahi Stockholm Sendromu ne demektir?

 Bir kimsenin tecavüzcüsüne âşık olması nasıl izah edilebilir ki…

 Müellif, zikrettiği kaynakların bazılarını iyi incelememiştir. Cemender Arslanoğlu imzasıyla verdiği kaynağa ya hiç bakmamış ya da anlayamamıştır. Telif olmayan ve tamamen intihal eseri bir kâğıt yığını hakkında kayda değer tek cümle yazmamış; orada da Kırzıoğlu’na bulaşmıştır.

 İlber Ortaylı’nın kaleme aldığı makalenin adını kitabına vermekten dolayı müteşekkir olması gereken yazar, ona da haksız yere saldırmıştır. Hâlbuki o makalenin kaleme alındığı 1978 yılı hesaba katılırsa, soğuk savaş
zamanında imkânların ne kadar sınırlı olduğu hatırlanır. Tabii şimdi her şey kolay; hele elinizden tutanlar da kalabalık bir liste oluşturuyorsa…

 Ortaylı’nın Çarlık Rusyası Yönetiminde Kars başlıklı makalesinde çok önemli tespitler var: Çarlığın kötü idaresinde Kars’ı demiryoluyla Batum’a değil de sadece Tiflis’e bağlamanın askerî emellere dayalı olduğu; şoselerin angarya usulüyle ve ticarî işlerlikten çok askerî amaçlara göre yaptırıldığı; nüfus yapısı değiştirilerek yoğun bir Slavlaştırma ve kolonizasyona gidildiği; parçala hükmet siyaseti güdüldüğü; Müslüman cemaatin başına örgütlü bir ruhban sınıfı yerleştirilerek yeni bir uygulama ve kontrol sistemi geliştirildiği; bölgenin eğitimde geri bırakıldığı, halkın kendi diliyle tedrisata müsaade edilmediği ve bilinçli bir cehalet politikasının uygulandığı; Rus hayat tarzının yerleştirildiği gibi hususlar izahlarla ortaya konulmuştur.

 Rus esareti yılları boyunca bin bir türlü göç, can kaybı ve perişanlıklar, o bölgenin çocuğu olarak müellifin ruhunda zerre kadar bir etki uyandırmamışa benziyor. Böyle bir ruh hâline sahip insan, Kırzıoğlu ve Ortaylı’nın yazdıklarına tabii ki olumsuz bakacaktır. Fakat o farklı düşünse de soğukkanlılığı, nezaketi ve bilimsel eleştiri metotlarını elden bırakmamalıydı. Bunu yapmış olsaydı bu yazının şekli ve üslûbu da elbette farklı olacaktı.

Badem, Yunus Zeyrek’in Posof’un Çizgileri adlı kitabıyla ilgili olumlu sözleri yanında onu da “Kırzıoğlu etkisiyle birçok yerde nesnellikten uzak bir hamasiyat edebiyatı ve zorlama etimolojiler üretmek”le itham etmiştir. Hâlbuki bunlara birkaç örnek vermesi ve biliyorsa doğrusunu yazması beklenirdi. Zeyrek’in kullanmış olduğu Rusça kaynağın künyesini düzelteyim derken de karıştırmış, kitabın kaynaklar bölümüne bakmadan yanlış tarih vermiştir. Doğrusu şöyledir: посховскій участокъ-сборикъ матеріаловъ-для описанія мђстностей и племенъ кавказа, тифлисъ, 1886.

 İkinci bölüm, askerî-halk yönetimi başlığını taşımaktadır. Hem askerî hem halk yönetimi ne demektir? Çarlık Rusyasında idarî birimler sivil vilâyetlerden (guberniya) meydana gelirken Kars ve Batum, birer oblast yapılmıştır. O zamanki oblast, vilâyet değildi; yeni işgal edilmiş, henüz tam entegre edilememiş, genellikle göçmen halkın yaşadığı, geleceği meçhul ve özel kanunlara tabi sınır bölgelerine verilen bir addı. Yani guberniya ile oblast aynı şey değildi. Askerî bir rejim nasıl halk yönetimi olabilir? Göstermelik de olsa böyle bir yönetimde yerli Türk ahali yok! Zaten müellif de, “Memurların çoğu Rus, birazı Ermeni, Rum ve başka Rus olmayan Hristiyanlardandı.” demektedir. Dipnotta, “Kuşkusuz bu bir çeşit sıkıyönetim idi.” diyor. Fakat içi rahat etmiyor; bu cümleye şu sözleri de eklemek ihtiyacı duyuyor: “… ancak yerel örfle bir ölçüde uzlaşmış bir sıkıyönetim idi.” Madem öyle, hangi yönetimden bahsediyoruz? Yoksa kumanda merkezinde Rus olunca, her şey tamam mı?

 Üçüncü bölümde, iskân, göçler ve demografik yapı ele alınmış, birçok Rus istatistik tablosu verilmiştir. Fakat bu tablolarda Türk, Terekeme, Türkmen, Tatar; Sünnî, Şii, Alevî denilerek Rusların Türk nüfusu nasıl ufaladığına dair eleştiri getirilmemiştir. Badem, “Azerilere ve Karapapaklara Ruslar Tatar diyordu.” tespitini veriyor fakat bunun sebebini açıklamıyor! Ona göre bu tür parça parça etmede “Bazı yanlışlar olsa da Türklere yönelik özel bir kasıt görülmüyor.” muş!

 Müellif, Kars’ın Ruslaştırılması siyaseti üzerinde hiç durmuyor. Bu tablolarda Toplam Türk sütununu kendisi ekleme ihtiyacı duymuş; böylece Rusların bir ayıbını kamufle etme yönüne gitmiştir! Bazı tablolarda terim kargaşası göze çarpmaktadır: Kağızman sancağı, Posof Pristavlığı! Aynı kargaşa isimlerde de var: Posof, Poshov!

 Bir Türk tarihçisi, 93 Harbi’nde Rusların baş belâsı olan ve Ruslar tarafından haydut çetesi başı olarak nitelenen halk kahramanı Mihrali Bey hakkında hiç olmazsa bir paragraflık bilgi verebilmeliydi.

 Kitabın birkaç yerinde Posof halkının Gürcü dönmesi gibi bilim dışı hatta şerefsiz bir isnadın sadece nakliyle yetinilmesi ağır bir kusurdur. Sanki Rusları kollamak gibi bir görevi üstlenen müellif, bu ithamı sükûtla geçmektedir! En azından şu tespit verilebilirdi: Gürcüler, Rusları Kafkasya’ya davet etmiş ve Tiflis’i onlara karargâh olarak vermişlerdir. Dolayısıyla Rusların bölgedeki ilk ev sahibi Gürcülerdir. Rus yazarları, bölge insanına bu ev sahibinin gözüyle bakmış; Posof ahalisini Gürcü’den dönme şeklinde yazmışlardır. Meselâ Sadovskiy, Divitskiy, Derjavin ve Uvarova gibi Rus yazarları bunlardan bazılarıdır. Fakat yine bu yazarlar, Posofluların Gürcüce bilmediklerini ve kendilerini kesinlikle Türk saydıklarını da belirtmeden geçememişlerdir.

 Candan Badem, ‘Rus yönetimi Türklere Truç adını taktı mı takmadı mı’ başlığı altında velvele koparıyor! Merhum Kırzıoğlu, 1943 yılında yazdığına göre mutlaka halk arasında o günleri yaşamış kişilerden veya bir yerden nakletmiştir. Yoksa böyle bir şey nasıl imal edilebilir… Kendisi, 1895’te Rus hükûmeti tarafından yayımlanan Rusya’daki halklar listesinde Türk unsurunun 115. sırada yer almasını başka nasıl açıklayabilir ki… Anlamsız bir demagojiyle Rusların Türkleri çok sevdiğini hatta toz kondurmadıklarını mı ifade etmeye çalışıyor? Yahut 500 yıldır Türk kanı dökmüş ve halkımızın hafızasında, şuurunda yer etmiş Moskof imajını silmeye mi gayret ediyor?

 Tabii ki eski düşmanlıkların son bulmasını hepimiz isteriz. Ama bu, birilerinin mühendisliğine ihtiyaç duyulmadan, zaman içinde karşılıklı münasebetlerin sağlıklı bir zemine oturmasıyla mümkündür. Dolayısıyla birilerinin durumdan vazife çıkarmasına gerek yoktur. Aksi takdirde kafalar karışır, çeşitli süpekülasyonların önüne geçemezsiniz.

 O zamanları yaşayanlar çeşitli adlarla Türklerin aşağılandığını söylemektedirler. Bu duygu Ruslarda bugün de var. Sovyet ülkelerinden gelen Türk asıllı bir doktor anlatmıştı: “Tıbbî bir seminer veriyordum. Dinleyenler sorular soruyordu. Birisi de nadanca ve alâkasız bir soru sordu. Diğer bir dinleyici ona: ‘Ne biçim soru soruyorsun, Türk müsün?’ diye çıkıştı. Bu çıkışı yapan birazdan benim de Türk olduğumu anlayınca mahcup oldu!” Görüldüğü gibi burada, ‘Türk müsün?’ sorusu, aptal mısın anlamına kullanılmıştır.

 Müellif, Rusların Kars’a getirip iskân ettiği Ukraynalılara Kırzıoğlu’nun Khakhol demesini de hoş bulmuyor. Bu kaba bir tabirmiş! Hâlbuki Sovyet coğrafyasından gelen herkesin bu tabiri bugün de kullandığını biliyoruz. Hele Kürtleri Türk saymanın ne kadar affedilmez bir gaf olduğunu tekrar tekrar dile getirmekten usanmıyor, bıkmıyor! Türk saydıklarımız ortada! Kürtler de Türk değil diyelim; peki, ya sonrası? Türk Stalincileri öteden beri Türkiye’yi lime lime etmek azmindeydiler. 1970’li yıllarda halklardan bahsediyorlardı. Demek ki bu bir Rus ülküsüymüş! Zira Ruslar, Kars’ın İslâm ahalisini kırk parçaya bölmüşlerdi!

 Yazar, Malakanların yerleştirildiği Ardahan’ın Sarzep köyünü Rusça Nikolayevka, Dukhoborların yerleştirildiği Kodishara’yı Mihaylovka ve Posof’taki Yeniköy’ü de Yenikev diye anıyor. Memurlardan Gazi Muhammed ismi Rusça imlâyla Kazi-Magomed şeklinde de yer almaktadır. Kitapta bunun başka örnekleri de var. Ruslar, buraları ebediyen elde tutma emelindeydi. Bu maksatla birçok köyün adını değiştirdiler. Kars’ta: Kümbet/Ladikars, Yeniköy/Daşkof, Küçükköy/Petrofka, Dikmeler/Olgovka-Mihaylovka, Çamçavuş/Vorontsovka; Posof’ta: Caksu/Damavliya… Yazar, bu hususta da tarafsız kalmış!

Dördüncü bölümde Hamşioğulları sülâlesinin arazi davalarıyla ilgili bir detay veren müellif, bu aileden, “Ardahan ve Oltu’nun tanınmış beylerinden Hamşioğulları Gürcü atabekleri Himşiaşvili soyundan geliyordu.” şeklinde bahsediyor! Bu bahsin bir yerinde de, “Gürcü prensleri Himşiaşvili soyu…” deniliyor. Gürcü tarihinde atabeklik müessesesi var mı? Hamşioğulları atabek olmuş mu? Aile belgelerinde kendilerini Hamşizade olarak kaydeden bu sülâle mensupları, sadece Ardahan ve Oltu değil, Yukarı Acara, Ahıska, Posof ve Şavşat’ta yaklaşık 200 sene nüfuz sahibi olmuşlardır. Böyle bir aile hakkında az da olsa ciddî bilgiler verilmeliydi.

 Beşinci bölümde,1890’larda Kars vilâye-tinde ortalama bir Müslüman köy hanesinin ödediği yıllık dolaysız vergiler toplamı angaryalar hariç yaklaşık 27 ruble tutuyordu ki bu da kabaca 7 koyun ediyordu.” deniliyor. Bu vergi altında yaşamak halk yönetimi midir? Buna benzer ağır şartlar nelerdi, yazar bunları yazmamıştır. Genellikle pozitif verileri kullanmış, bazen de gerçekler satır aralarında dökülüvermiştir, gibi geliyor. Zira müellif, hiçbir değeri olmayan lüzumsuz teferruatta çok sert ifadeler kullanırken Rus yönetiminin yerli ahaliyi ne güne koyduğunu görmezlikten geliyor. Tavrını Rus yönetiminden yana koyduğu açıkça görülen yazarın eseri, tarafsız bir ilmî eser olma vasfını zayıflatıyor. 

Altıncı bölümde, 1902 yılında Kars askerî valisinin raporu ilgi çekicidir. Bu raporda, Ermenilerin bazı Kürtler vasıtasıyla Türkiye’deki Ermenilere, Müslüman ahaliye karşı kullanılmak üzere silâh gönderdikleri belirtilmektedir. Ermeni azgınlığına dair başka notlar da var. Fakat yazar nedense incelediği devrin bölgedeki en önemli hadisesi olan Ermeni Taşnak faaliyeti ve bunda Rusların rolüne temas etmiyor! Hatta Rusları biraz mesafeli gösterme gayretine giriyor! Hâlbuki o senelerde Rusların Ermenileri nasıl kullandığı sır değil! Yine bu bölümde Kars’ta 1903’ten itibaren Ermeni sosyal demokrat hareketlerin başladığı bildirilmektedir. Bu bilgi, Kars’ın sosyal ve siyasî bakımdan ne hâle geldiğinin tarihçesi hakkında bir fikir verebilir mi diye düşünmeden edemiyoruz!

 Yedinci bölüm üzerine söylenecek çok şey var. Ama görüyorsunuz yazı uzadı. Bayındırlık ve ulaşım konusunda akla gelmez şeyler yazmaktadır. Kümbet Camisinin kiliseye çevrilmesinde Müslüman cemaatin onayı alınmış! Zaten bu cami Ermeni Bagratlı Kralı Abas tarafından yaptırılmış! Bu sözlerin neresini düzeltelim… Müslüman cemaate kim sormuş da kim kabul etmiş? Dördüncü bölümde belirtildiği gibi Kümbet Camii askerî katedral, Cami-i Kebir depo, Müftüoğlu Camii Rum kilisesi, Kale Camii kışla hâline getirilirken de Müslüman cemaatin onayı mı alınmış? Bayburt, İspir ve Ardanuç’tan çıkan Bagratlı sülâlesinin Ermeni olduğunu müellif nereden biliyor? Bu aileyi Gürcü’ye sorsan Gürcü diyor, Ermeni’ye sorsan Ermeni diyor. Bazı Ermeniler bu ailenin Yahudi olduğunu söylüyor. Kimileri Hazar veya Saka Türkleri kökünden geldiğini iddia ediyor.

 Kitabın iç kapağında, “Kapak fotoğrafı: Çar II. Nikolay’ın Rus Şehitler Anıtı’nı ziyareti” bilgisi kayıtlı! Kars’ta Rusların yaptığı Zafer Âbidesini (hemşehrimiz buna şehitler anıtı da diyor!) bir Rus gibi tasvir ediyor!

 1918 Nisanında törenle yıkılan bu anıt, Harp Mecmuasında, “Kars’ta Hakkın galebesi: Tahrip edilen Rus Âbidesi.” alt yazısıyla verilmişti!

 1918 Mayısında Kars’a gelen Türk tarihçisi Ahmed Refik Bey Kafkas Yollarında Hatıralar ve Tahassüsler adlı kitabında bu anıtı şöyle tasvir etmektedir: “Kars heykeli, kilisenin önünde ve geniş bir meydanda. Heykel, kahraman ordumuzun son darbesiyle parçalanmış. Bu heykel 1293 zaferi adına Ruslar tarafından dikilmiş bir zafer âbidesi. Muntazam şekli şöyle: Bir Rus askeri, elinde Rus bayrağı, bir kaya üzerinde duruyor; ayaklarının altında Osmanlı sancağı.
Bir kartal havadan gelmiş, pençesiyle Osmanlı sancağını parçalıyor. Heykelin kaidesi dört köşeli. Her köşeye Osmanlılardan alınma birer tunç top, yazıları ve tuğraları dışarı gelmek üzere yapıştırılmış. Kaidenin dört köşesine, Rusların en meşhur generallerinin resimleri madalya hâlinde konulmuş. Doksan üç savaşında kahramanlık gösteren, Kars’ta hizmetleri görülen bölüklerin isimleri ve numaraları birer tunç levhaya yazılarak bu resimlerin altına çakılmış. Heykelin dört tarafına Osmanlılardan alınan toplar dizilmiş. Her köşeye ikişer top, üzerlerine iri çifte kartallar konmuş. Bu âbide şimdi parça parça.

 Müellif, bu bölümde de Kırzıoğlu’nun ifadelerine atıflarda bulunuyor. Kırzıoğlu, Rusların Kars’ta Türk eserlerini yıkarak şehri mimarlık yönünden de Ruslaştırmaya çalıştıklarını yazmış. Badem, buna da karşı çıkıyor! Pes! Rus’un kızılı ve karası parayla adam tutsalardı bu kadar inatla kendilerini savunamazdı. Hâlbuki bu gerçeği o günleri yaşayan herkes biliyor. Bizim Ahıska dergisinde Yunus Zeyrek tarafından kaleme alınan Elviye-i Selâse’nin Son Yılları başlıklı seri yazının ikinci bölümünde Hafız Kurban Yurtseven’in hatıraları da bunu doğruluyor. Çarlık Rusyası işgalinde Kars’ı öğrenmek isteyenler bu yazıyı da okumalı. Zira o dönem, canlı şahitlerin ağzından anlatılmaktadır.

 Artık son vereceğim. Fakat kitabın son sayfalarında yer alan eklerde verilen birkaç belge var ki tam bir komedya örnekleri. 1914’te Alman harbi başlayınca, Ardahan ve Posof köylüleri, “Bizler dahi Rusya’nın sadık evlatlarıyız!” diyerek Rusya saflarında gönüllü yazılmak için birbirini kırmışlar! Bu belgelerdeki metinlerin aynı üslûpla ve aynı kalemden çıktığı gün gibi ortada! Bir Türk tarihçisi bu hususta bir şeyler söylemeliydi değil mi?

 Bu kitap, geniş malzeme ve büyük emeklerle çok değerli bir eser yazma fırsat ve imkânı varken, asıl sahibi tarafından bile tarihin çöplüğüne atılmış menhus bir ideolojinin tutsaklığına kurban edilmiştir. Buna rağmen dikkatli ve seçici erbabı için faydadan hali değildir. Söz buraya gelmişken her şeyi söylemekte zorluk çektiğimizi ifade etmeliyiz. Zira biz, sözün müellif kadar kolay sarf edilemeyeceği kanaatindeyiz.

 Yazar kitabının başında, “Hiçbir grup için mağdurluklarla veya zaferlerle dolu görkemli bir tarih yazmaya çalışmadım.” demişti. Yani zalimle mazlum arasında tarafsız kaldığını zımnen ifade etmişti. Lâkin kitabı okuyunca bu sözünde de durmadığını, adeta zalim bir mütecavizin yanında durduğunu hüzünle görüyoruz. Bir zamanlar Türkiye’de Rusça öğrenmenin komünist olmak gibi anlaşıldığına üzülür, kızar ve mutlaka Rusça öğrenerek yaklaşık 500 yıl savaştığımız bu komşunun yazılı kaynaklarından yararlanmak gerektiğini düşünürdüm. Şimdi ne görüyoruz, Rusçayı biraz söken, Rus gibi düşünüyor!

 Rus istilâsı devrinde Müslüman ahaliye hayat hakkı yoktu. Elimizdeki kitabın satır aralarında kendine yer bulabilen bazı ifadeler bunun açık delilidir. Meselâ Kars’ın ilk askerî valisi V. Frankini’nin raporuna bakalım: “Kars’ın gelecekteki nüfusu tamamen güvenilir ve hükümetimize sadık olmalıdır. Bu halk mutlaka Hristiyan olmalıdır. Müslüman unsur ancak istisnalar şeklinde nüfusun önemsiz bir kısmını teşkil edebilir. Egemen unsur Rus olmalı. Kalan kısmı Ermeni ve Rumlardan oluşturmak mümkündür.” 

 Bıkkınlık veren ve yazmakla zevk almadığım bu yazıyı, şu yer adlarındaki ufak tefek hatalara da işaret ederek bitireyim. Öncekiler müellife sonrakiler bize ait: Satkel/Satlel, Şuragel/Şüregel-Şöregel; Siğnak/Sığnak, Tirvana/Tkhilvana, Koçatı/Koçak, Sakire/Sagre, Harıstav/Zığaristav, Akara/Agara, Taşlıkaya/Kaşlıkaya, Taneydan/Daneden, Çikolar/Çikora, Satkepel/Satkabel… “Dinimizi tahrik, Türklüğü tahrik” ifadelerinde de galiba tahkîr’le tahrik de karıştırılmış.

 Netice-i kelâm şudur ki, 93 Harbi’yle başlayan Rus işgal yılları, yani halk arasında kırk yıllık kara günler sözünde ifadesini bulan esaret devri, bölge ahalisine bin bir acıyı tattırmış zulüm dönemidir. İnsanlık şerefini taşıyabilen hiç kimse bu dönemi bize masum iddia ve üslûpla anlatamaz. Kim ki buna cür’et eder, gelmiş geçmiş bütün şehitlerimizin ve gazilerimizin, göç yollarında açlık ve susuzluktan, Rus-Ermeni kurşunu veya kırbacıyla can veren sayısız hemşehrimizin laneti onun üzerine olacaktır.

 

[1]* Candan Badem, Çarlık Rusyası Yönetiminde Kars Vilayeti, Birzamanlar yayıncılık, İstanbul, 2010, 480 s.

Facebook'la Yorumla
Yorum Yap
Adınız Yorumunuz
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

BENZER HABERLER